Boş bir salıncak gibiyim. Olmak istediğim yer ile olduğum yer arasındaki boşluk hiç bu kadar kendini hissettirmemişti. Bir şeylerin olması için o kadar uzun süre beklemişim ki kuytularımı örümcek ağları sarmış. Kıvrımlarımı yosun tutmuş. Uyuşup kalmışım ve her hareketim batıyor.
Olmak istediğim yer, sahi neresi orası? Belki de sorun budur. Rüzgarda savrulan bir yaprak olmak, hani o da eserse. Geçenlerde okudum, sanırım kolay tercihler yaptığım zor bir hayatı yaşıyorum.
Yaşamak derken o da biraz lafın gelişi. Hayat, denildiği gibi mutlu anların toplamıysa eğer bu ara o anlar hem çok az hem de pek bir buruk. Öyle çok acı var ki sanki kalan tüm güzellikler de ezildi, katrana bulandı bu acının altında.
Bütün bunları hissetmek için kalbimi açarsam dayanmam mümkün değil. İşte bu yüzden hislerimden olabildiğince sıyrıldım, boş bir salıncak gibiyim.
İnsanların bu yaşadıkları, yaşadıklarımız karşısında günlük yaşama dair bütün küçük sevinçler de üzüntüler de anlamını yitiriyor. Yani yaşamak da bu sıralar bir ileri bir geri giden boş bir salıncağı andırıyor.
Sabahattin Ali ömrünün ürkütücü hiçliğinden bahsederken ne kadar da haklıymış.
“Bir kitabı okurken geçen iki saatin ömrümün birçok senelerinden daha dolu, daha ehemmiyetli olduğunu fark edince insan hayatının ürkütücü hiçliğini düşünür ve yeis içinde kalırdım.”
Böyle hissederken beynin kendini koruma mekanizması devreye giriyor, sağduyulu bir şekilde diyor ki olanlar oldu ve bitti, ileriye bak. El mahkum yüzümüzü geleceğe döndürüyoruz. Böyle anlarda bir yanım hala bir şeylerin değişebileceğine inanmak istiyor. Tam o sırada önüme Marcus Aurelius‘un sözü düşüyor, ezelden beri her şey aynıdır, hep aynı döngülerdir tekrarlanan ve hiçbiri farklı değildir. 1800 yıl önce demiş bunu. Bir ileri bir geri, evet bildiniz, salıncak gibi.
Çok isterdim tüm tecrübelerin sonrakilere aktarılabilmesini, yani bütün bir hayatı yaşamadan, bu kadar zaman kaybettirmeden öncekilerin yaşadıklarından ders alabilseydik, çok farklı bir dünya olurdu. Gerçi çok da güvenmiyorum belki yine herkes bile bile lades derdi. Çünkü akıllanmıyoruz.
Yaşamdaki en önemli şey yaşamın kendisiyken nasıl bu kadar kolay ölünür, anlamıyorum mesela? Bu yaşananlar, tek bir şeyi gösteriyor; bazıları için, insan ya da başka herhangi bir canlının hayatının hiçbir değeri yok. Yokmuş.
Yine bazıları canıyla, canının canıyla sınanmak nedir anlamıyorlar. Anca ahkam kesiyorlar.
Bazı basit doğruları söylesen, biri oradan çıkıp -o iş o kadar basit değil- diyor, hatta abartıp -yok, öyle değil- diyor. Oysa çok basit: Binayı sağlam yapmazsan bina yıkılır, ne bileyim işte, su kaynaklarını doğru kullanmazsan susuzluk baş gösterir, üretemezsen dışarıya muhtaç kalırsın, fiyatlar artar, efendime söyleyeyim, eğitmezsen kalkınamazsın. Aklın bilimin yolundan gitmezsen yapıp yapacağın her işte burun üstü çakılırsın. Basit doğrular bunlar. İki kere iki eşittir dört.
Her güzel şey gibi popüler kültüre yedirilen kitabın yazarı ne diyordu? Özgürlük iki kere iki dört eder diyebilmekti. Yok işte diyemiyoruz, canım ülkemde daha ikiye iki denmiyor ki. İkiyken üç olmaz diyoruz, olduruyorlar. Her şeyi kitabına uydurmayı da geçtik artık, kitabı bir yana bıraktılar “yaptık oldu” diyorlar.
Ben de oradan oraya atlaya zıplaya yazdım oldu. Ki kafamdaki tilkilerin sadece bir kısmı bu hepsini yazsam yeni bir –oku-namayanlar 76 sayfa ile karşı karşıya kalabiliriz. (Bu arada kitabın o kısmının ya da kitabın kendisinin niye okunamadığını hiç anlamamışımdır.)
Sonuç olarak ben bu kadar bekledim, biraz daha sallanayım belki ikiyle ikiyi toplayıp dört diyeceğimiz gün de gelir. Sabreden derviş hesabı…
Çilek mevsiminde görüşürüz, şu an çileklerin hiç tadı yok.
…………………………………………………………. 31.03.23 ……………………………………………………………………..
Yazının üst kısmını mart sonunda yazmıştım, çok karamsar olduğu için paylaşmak istememiştim. Çilek mevsimi geldi geçiyor. Batı cephesinde değişen bir şey yok. Peki!
İki ile ikiyi toplayamıyoruz biz hala, yüzde hesabı yapmayı bilmememize şaşmamalı. Matematik ile aramız kötü. Ne yapalım? Ülkenin kapısına kocaman “Geometri bilmeyen giremez” mi yazalım? Böyle yazıya dökünce fena bir fikir gibi gelmedi aslında. Bazıları daha kapıdan dönmüş olur böylece. Pragmatist oldum, yayında ve yapımda emeği geçen herkese teşekkürler.
Pollyanna bugün vuruldu arkadaşlar. Ama sonuçta Pollyanna bu. Bazı şeyler değişmez. Değiştirilmesi teklif dahi edilemez, yok o başka bir şeydi. (Neyse karıştırma şimdi.) Ne diyorduk? Pollyanna, Pollyanna olmayı bırakır mı hiç? Kitabın ortasından konuşursanız, evet. Keşke, bu kitap kaç sayfa bilsem. Ancak görünen o ki sona henüz gelmedik. Yazara sesleniyorum buradan, güzel bir son yazdın mı bize? Tünelin ucunda ışık yok. Alooo! Biraz daha zorlarsan ““de olduğuma inanmaya başlayacağım. Bu paralel evrende zebaniler zaten kendini saklamaya dahi gerek duymuyor. Hay bin kunduz! Veni vidi hani bana vici? Ama dur ya savaşta değiliz, değil mi? Kırdım zincirlerimi, çıkarın beni bu mağaradan.
Amma da uzattın demeyin. Daha karpuz keseceğiz. Böl tam ortadan ikiye. Böl, parçal.. yok o başka bir şeydi. Dağıt da karpuz yiyelim, malum mevsim ayarları bozuk. Baharı atladık, yaz geldi.
Mart ayında yazdıklarımı tekrar okuyunca bir delirme hali geliyor, çünkü bugün de yazsam birebir aynısını yazacaktım. Çünkü Aurelius haklı, ezelden beri ne değişmiş ki iki ayda değişsin?
Yine de son olarak söylemem isterim ki çiçeklerinizi sizden başka kimse solduramaz. Bu zamana kadar sizden başkası sulayıp, büyütmedi ki şimdi soldursun. Hah, aferin kızım Pollyanna! Bağla romantizme. Yeşilçam filmi gibi, ölmen için bir kere vurulman yetmez. Sen şimdi diyeceksin ki “ Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna diziyorlar.“ Okuyunca sadece aşk şiiri sanıyorlar. İşte tam da bu yüzden kalk, biraz daha sallan o salıncakta, içinde kocaman bir boşlukla.
Ece ÇELİK ATALAY
29.05.23